2 Temmuz 2025 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu görüşmeleri ardından İklim Kanunu kabul edildi ve yasalaştı. İklim Kanunları, iklim politikasında önemli bir araç olmakla beraber, yasalaşan İklim Kanunu bu haliyle Türkiye’nin iklim kriziyle mücadelesinde kaçırılan tarihi bir fırsat oldu. 9 Temmuz 2025 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren kanun, iklimi, doğayı ve toplumu koruma amacını karşılamıyor.
İklim Kanunu’nun kabul sürecinde, Türkiye’nin iklim alanında çalışan uzman 15 sivil toplum kuruluşunun bir araya gelerek kurdukları İklim Ağı temsilcileri 26 Şubat’ta TBMM Çevre Komisyonu toplantısına katılarak ve iki hafta boyunca Meclis’te milletvekilleriyle görüşerek taleplerini aktarmasına karşın taleplerin hiçbiri dikkate alınmadı. Kanun hazırlık sürecinde de iklim alanında çalışan sivil toplum kuruluşlarının (STK) görüşleri alınmamış ve iklim STK’ları sürece dahil edilmemişti.
Yasa yapım sürecindeki sorunlar yanında kanunun içeriğinde de ciddi eksikler var:
İklim Kanunu’nda iklim değişikliği ile mücadelenin esası olan sera gazı emisyonlarının azaltımına yönelik somut hedefler yer almıyor. Sera gazı emisyonlarının neredeyse tek kaynağı olan, kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların kullanımını sonlandıracak bir plan sunulmaması bir yana, “fosil yakıt”, “kömür” gibi ifadeler dahi kanun metninde yer almıyor. Bu durum mevcut İklim Kanunu’nun iklim değişikliğiyle kurduğu bağın inandırıcılığını zayıflatıyor.
Kanunun emisyon azaltımına dair net bir tutum ortaya koymadan bir piyasa düzenleme aracı olan Emisyon Ticaret Sistemi’ni (ETS) kurması endişeye neden oluyor. Fosil yakıtlara verilen teşviklerin kaldırılması, sektörel düzeyde emisyon azaltım hedeflerinin belirlenmesi gibi hiçbir çerçeve önlem belirlenmeden ETS kurulması, süreci ticari bir faaliyet olarak tanımlamaktadır.
Kanunun uygulanmasında denetim ve şeffaflığa dair de önemli eksikler bulunuyor. Kanunda ulusal emisyon azaltım hedefinin (Ulusal Katkı Beyanı – NDC) İklim Değişikliği Başkanlığının koordinasyonunda belirlenmesi öngörülüyor ancak bu süreçte sivil toplum ve akademi de dahil olmak üzere kilit paydaşların anlamlı katılımını sağlayacak bir mekanizma tanımlanmıyor. İklim Kanununun iyi örneklerine bakıldığında bu katılımın bağımsız bilimsel danışma kurulları aracılığıyla sağlandığı, bu sayede ulusal katkı beyanlarının bilime dayalı olmasının güvence altına alındığı görülüyor. Ancak kabul edilen Kanun ne yazık ki böyle bir yapı içermiyor. Diğer yandan kanunda öngörülen hedeflerin ve stratejilerin hayata geçirilmesini takip edecek bilim temelli ve bağımsız bir denetim mekanizması öngörülmemesi, uygulamaya olan güvenilirliği zayıflatıyor.
Ayrıca iklim adaletini sağlama iddiasıyla Meclis’e gelen yasa, bunu hayata geçirecek somut adımları içermiyor:
- Teknolojik ve ekonomik dönüşüm geçirecek sektörlerdeki işçileri ve yöre halkını koruyacak bir adil geçiş mekanizması yer almıyor.
- Kırılgan grupları iklim krizinin neden olduğu kayıp ve zararlardan koruyacak düzenlemeler tanımlanmıyor.
- Kanun kapsamında elde edilecek gelirlerin kullanımında özel sektörün yeşil dönüşümü önceliklendiriliyor. Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilen düzenlemeyle kanun kapsamında elde edilecek gelirlerin yalnızca %10’unun yeşil dönüşüm ve iklim değişikliğiyle mücadele çerçevesinde, adil geçiş sürecinde kullanılması öngörülüyor. Ancak bu oran, iklim adaleti açısından son derece yetersiz. Üstelik bu kaynağın nasıl ve kimler için kullanılacağına dair bağlayıcı bir mekanizma da tanımlanmış değil. Adil geçişe dair henüz bir politika ya da yol haritası olmadan yapılan bu düzenleme, elde edilen gelirin toplum yararına kullanılacağını garanti etmiyor.
- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), iklim krizine karşı devletlerin insan haklarını koruma yükümlülüklerine dair belirlediği standartlara bu düzenlemede yer verilmiyor. Oysa iklim krizinin etkileri giderek artarken, temel hakların korunması konusunda uluslararası yükümlülüklerin göz ardı edilmesi önemli bir eksiklik olarak öne çıkıyor